Hayatın güçlüklerine ve gerçekliğine karşı insana sığınabileceği üç liman verilmiştir; ümit etmek, gülmek ve oynamak. İnsanın oynama eylemini gerçekleştirme ortamını hazırlayan kavram ise oyundur. Oyun öngörebildiğimiz kadarıyla ilk çağlardan beri varlığını göstermeye başlamış, onu şekillere, tanımlara ya da kuramlara sığdırmadan önce de insana liman olmuştur. Ve bu liman Huizinga’ nın da dediği “Çocuk ve hayvan oynarlar, çünkü oynamaktan zevk alırlar, işte özgürlükleri de tam bu noktadadır.”sözlerinden de anlaşılacağı üzere insana varoluşunun başından beri bağımsızlık kazandırmıştır. Bu bağımsızlık oynama eylemini belli sınırlara ve kurallara göre biçimlendirme ile zıtlık içindedir. İlk insanın, gün içerisinde avladığı geyiğin kabilesine canlandırışı ile bir çocuğun kurduğu oyun arasında fark yoktur. Her ikisi de tek bir insana, daha doğru tanımıyla insanın kendisine özgü hayal gücünden doğar. Oyun güdüsünün bu kendine özgü ilkelliği, tiyatro sanatının dram* ve mimesis** kavramlarını ortaya atarak onlara verdiği tanımlar ile kırılmış, törpülenmiştir.
Tiyatro, oyunun evrimleşerek artık avlanan toplumun ilkelliğinden düşünmeye başlayan insanın yaratımı olmuştur. Oyun ile tiyatro birbirlerinden ayrı düşünülemez iki kavram olsa da bu sanat dalının gelişim süreci göz önünde bulundurulduğunda başlangıçtaki ortaklıklarını kaybettikleri görülür. Oyunun özünde yatan tek kişinin özgür hayal gücü, yerini tiyatronun yıkılmaz – her dönem bir önceki dönemin kurallarını yıksa da kendi kurallarını koymuştur- kurallarına bırakmıştır. İnsanın varoluşuyla gelen oynama güdüsü özgürlüğünü salt inanmaktan ve yaratılanın yeni bir gerçeklik barındırmasından alırken, tiyatro bunun aksine gerçeğin taklit ediliş biçimi şekli üzerine oturmuştur. Gün içindeki avını anlatan kabile insanının oynayışına hiçbirimiz gerçek değil ya da inandırıcı bulmadık yorumu yapamayız. Bu salt inandırıcılık ilkesini yaratan ise tek kişi oluşudur. Avcılar bir bütünlük içinde avı canlandırsa da her biri kendi anlatımına ve canlandırışına odaklıdır. Bu da oynama eyleminin öncelikli olarak tek kişi üzerinden meydana getirildiği anlamına gelir. Oysa tiyatro, Antik Yunan’ da ikinci bir oyun kişisinin daha katılımıyla tek kişilik oyunları ikinci plana atmış ve XXI. yy a değin hiç bitmeyecek olan “Tek kişilik oyun nedir?”, “Tek kişilik oyunun tiyatro olması hangi koşullara bağlıdır?” sorularıyla günümüz tartışmalarını doğurmuştur. Oyun kavramı çok kişilik oyunların olabilirliğini ve gerçekliğini mutlak bir doğruda kabullenmişken, tüm tiyatro tarihi tek kişilik oyunları kabullenmekte bir yere kadar gelebilmiş ve anlamsızca tıkanmıştır. Kuramcılar tiyatro tarihi boyunca tek kişilik oyun türüne farklı tanımlamalar yapmışlardır: “Genellikle konuşmayan, yan roller ile desteklenen, tek bir konuşan ve oynayan oyuncunun bulunduğu tiyatro oyunudur. Bir aktör ya da aktris için yazılmış kısa, solo oyunlardır. Sadece tek karakter içeren bir tiyatro gösterisidir. Bir tek aktörün rol aldığı ve bu aktörün birden fazla rolü üstlenebileceği, öznellik, lirizm ve iç yönelişlerin önem kazandığı bir oyundur.Tek oyuncu için yazılan sahne yapıtı. Kaç karakteri temsil ederse etsin, tek kişinin görev aldığı oyun (tiyatro eseri) demektir. Eğer oyun (tiyatro) niteliği taşıyorsa (konu, çatışma, karakter, dramatik akış vb.), tek kişinin oynaması için yapılmış olan kolajlar da ‘tek kişilik oyun’ sayılırlar”
Bu tanımlar tek kişilik tiyatroda meydana gelen tartışmaların önüne geçmeye ne yazık ki yetmemiştir. Tek kişilik tiyatro bağlamında hala ayrışmalara neden olan en büyük sorun ‘tiyatronun kolektivizmi ölüyor’ düşüncesidir. Fakat bu oyunlarda da göz ardı edilmemesi gereken noktalar vardır. “Yazılan metin bir yazar tarafından yazılmakta, yönetmen tarafından sahnelenmekte, dramaturg tarafından çözümlenmekte ve oyuncu tarafından oynanmaktadır.” Çok kişilik tiyatrodan tek farkı, tek kişiyle oynanıyor oluşu, bu türü hiçbir şekilde tiyatro sanatının kurallarına aykırı ya da tiyatro dışı yapmaz. Bu kargaşa, sahnede devinen her tek kişinin yaptıklarının oyun olup 5 olmadığının sorgulanmamasından ve ne acıdır ki tiyatronun klasik yaklaşımından öteye geçmek için at gözlüklerini bir kenara bırakmayan kuramcılardan kaynaklanmaktadır. Açıkça tek kişilik oyunlar üzerindeki bu tartışmaların nedeni, dram sanatı ve tiyatro sanatı açısından yeterince değerlendirme yapılmamasıdır.
Tek kişilik tiyatronun en büyük farkı olan tek oyuncu tarafından sergilenmesinin oyuncu açısından çeşitli zorlukları ve çıkmazları da vardır. Eğer ortaya etkileyici ve yararlı bir performans koyabilmek istiyorsa daha yaratıcı olma zorunluluğu gütmelidir. Çünkü -çok kişilik oyunlarda olduğu gibi- ona yardımcı olacak dekor, ışık, ses, kostüm, makyaj gibi yardımcılar olsa da sahne üzerinde ilgi hep oyuncunun üstünde olacaktır. Rolünü başka bir oyuncuyla destekleme, dinlenme lüksüne sahip değildir ve yardımcı olan tiyatro etmenlerinin hiçbirinin arkasına saklanamaz. Seyircinin önemi de tam olarak bu noktada devreye girer. Bu nedenlerden ötürü tiyatro mekanı tek kişilik tiyatroda seyirciyi daha çok içine çeker. Tek kişilik tiyatroda bu ilgiyi çekmede en vurucu olan anlatımdır. Bu anlatım eğer nazım olarak yapılırsa seyirciyi doğuştan var olan duygular gizemli olaylarla dolu bir ortama taşır; “Bu büyüsel konsantrasyon içinde seyircinin hayal kurma yeteneği uyandırılır.” Ayrıca tek kişilik oyunların yer yer anlatı ile yani seyirciyle iletişim kurularak veya bir nesne, “-mış gibi” varsayılan kişiyle iletişim kurularak oynaması ya da bu iki yaklaşımın da kullanılması diğer bir tartışma konusudur. Oyun ya dramatik yani Aristotelesçi tiyatro üslubundan ya da epik yani Brechtçi tiyatro üslubundan doğar. Dramatik formda seyirciyle oyuncu ilişki kurmazken epik yaklaşımda oyuncu seyirciyle iletişim kurar. Yani bu da dramatik olanda yanılsamayı doğurur. Fakat her iki yaklaşımın da yer aldığı formlar tiyatro gerekliliklerine göre uygulanır ve işlenirse mümkün kılınabilir. Oysa ister dramatik ister epik olsun oyuncunun seyirci ile iletişimi en önemli faktördür. Çok kişilik oyunlarda bu ayrım sorun olmaz ve problem teşkil etmezken tek kişilik oyunlar üslup karmaşalarıyla doludur. Dikkat edilmesi gereken aşama ise nedenselliktir. Bu üslup karmaşasının doğmaması, iki türün de kullanımının sağlam nedenlerle açıklanabiliyor oluşuyla ilintilidir. “Eğer dram yazan “oyun” yazıyor ve tiyatro sanatçıları bu oyunu sahnede “tiyatro” sanatının gereklerine göre sahneliyorlarsa, yukarıda sözü edilen karmaşayı yaratmamak durumundadırlar. Yaptıkları her eylemin dram ve tiyatro sanatı açısından açıklaması olması gerekmektedir.”
Kısaca, bu formun kaynağı incelenince hem Avrupa hem de Asya’ da tek oyunculu tiyatronun şiir okumakla başlatıldığını belirtmek mümkündür. Aynı zamanda tek kişilik tiyatro, şiir ve drama doğuşunun arasındaki geçiş aşamasıdır. Önemi, içeriği, anlatımı ve sergilenişi bu kadar geniş, köklü olan tek kişilik tiyatronun günden güne daha çok anlaşılması ve hakkındaki tartışmaların tutarsız ve boş olduğu durumlardan kurtulması tek kişilik tiyatronun ne anlama geldiği konusunda bizlerin daha çok aydınlanmasını sağlayacaktır.